Zalim Olsa Bile Güçlü Figürlere Neden Sempati Duyarız?

Giriş: Gücün Tekinsiz Cazibesi

Bir diktatörün sadık takipçileri, Game of Thrones’ta şehirleri yakan ejderhalara hayran hayran bakan izleyiciler, hatta onlarca masum insanı katletmiş seri katillere aşık mektup yazan hayranlar… Bu örnekler, “Zalim bile olsa neden güçlü figürlere sempati duyarız?” sorusunu akla getiriyor. İnsan psikolojisinin bu paradoksal yönü, hem gündelik hayatta hem de popüler kültürde kendini gösteriyor. Psikolojik araştırmalar, insanların barbarca suçlar işlemiş kişilere bile empati duyabildiğini ve zamanla bu “kötü” figürlere daha yakın hissettiğini, kurbanları ise unutabildiğini göstermektedir. Peki, bizleri normalde korku ve öfke uyandırması beklenen güçlü ama yıkıcı karakterlere yönelten nedir? Bu soruya yanıt ararken psikanalitik kuramcıların yaklaşımlarına göz atacak (Freud, Klein, Jung, Lacan gibi kuramcıların fikirleri), ardından kültürel örnekler ve medya örnekleriyle bu olguyu inceleyeceğiz…

Freud: Yıkıcılık ve Ölüm Dürtüsü

Sigmund Freud, insan doğasının yalnızca sevgi ve yaşam arzusundan (Eros) ibaret olmadığını, aynı zamanda yıkıma yönelen bir ölüm dürtüsü (Thanatos) barındırdığını öne sürmüştü. Bu teoriye göre her insanın içinde, yaşamı sonlandırmaya veya bozguna uğratmaya yönelik bilinçdışı bir istek bulunmaktadır. Bu istek adeta bir “içgüdüsel bir huzura dönme arzusu” olarak yorumlanmaktadır. Çünkü yaşam çatışma doludur; ölüm ise sakinliktir. Freud’un ölüm dürtüsü kavramı, insanların ölüm, şiddet ve kendini yok etme olgusuna duyduğu tuhaf hayranlığı da açıklar niteliktedir. Nitekim çeşitli kültürlerdeki sayısız örnek gladyatör dövüşlerinden tutun da günümüzün şiddet dolu filmlerine kadar insanoğlunun yıkıcı sahnelere ve tehlikeye karşı içten içe bir çekim hissettiğine işaret etmektedir. Freud’a göre bu dürtü, kendimizi bile şaşırtacak biçimde, bizi ölümle flört etmeye itmektedir.

Freud’un öğrencilerinden bazıları ve sonraki düşünürler, ölüm dürtüsünün izlerini toplumda daha somut şekillerde görmüşlerdir. Örneğin, psikolog James Hillman savaşın insana çekici gelmesini adeta bir korkunç bir sevda olarak tanımlar ve savaşın aslında insan doğasının temel bir ifadesi olduğunu öne sürer. Bu görüş, Freud’un ölüm dürtüsünün toplumsal ölçekteki tezahürü gibidir. Bir başka deyişle, şiddet ve yıkım sadece haberlerde ya da kurgu eserlerde dışarıdan izlediğimiz bir öteki olgu değil; tam da içimizdeki karanlık bir parçanın tatmin bulduğu bir haz kaynağı olabilir. Ölüm dürtüsü, biz farkında olmasak da, güçlü ve zalim figürlere duyduğumuz tuhaf sempatiye zemin hazırlıyor olabilir.

Melanie Klein: İyi ve Kötü Nesneler, Bölme ve İdealizasyon

Peki, bir insan hem zalim hem de çekici olarak nasıl algılanabilir? Psikanalist Melanie Klein, bireylerin erken çocuklukta dış dünyayı “iyi” ve “kötü” olarak bölme (splitting) eğiliminde olduğunu söyler. Yani zihin, karmaşık ve çelişkili gerçekliği basitleştirmek için örneğin bir figürü ya tamamen idealize eder (iyileştirir) ya da tamamen değersizleştirir (şeytanlaştırır). Bu mekanizma, aslında anksiyeteyle başa çıkmak için kullanılan bir savunmadır. Güçlü fakat zalim bir figür söz konusu olduğunda, zihin onun güç, karizma, çekicilik gibi iyi yönlerini ayrı bir kutuya koyup zalimlik, acımasızlık gibi kötü yönlerini başka bir kutuya atarak değerlendirebilir. Sonuçta kişi, bu figürün kötü yanlarını bilinçdışında bastırıp sadece hayranlık uyandıran yanlarına odaklanabilir.

Bu idealizasyon sürecine, gerçek hayattan çarpıcı bir örnek verelim: Ünlü seri katil Ted Bundy son derece zalim bir suçlu olmasına rağmen, özellikle genç kadınlar arasında bir hayran kitlesi oluşmuş, hatta kendisine evlenme teklifleri yağmıştır. Hybristophilia olarak tanımlanan bu olgu 1986 yılında John Money tarafından tanımlanmıştır. Bundy örneğinde de birçok genç kadın, onun şiddet dolu gerçekliğini adeta görmezden gelerek “yakışıklı, nazik, zeki bir erkek” imajı yaratmışlardır. Medya da Bundy’yi karizmatik ve etkileyici biri olarak sunarak bu idealizasyonu körüklemiştir. Psikiyatrist ve yazar Ann Rule, Bundy’yi tanıyan biri olarak şu gözlemde bulunmuştur: “Ted aslında efsanelerde anlatıldığı kadar yakışıklı, zeki veya karizmatik değildi… Medya onu kucaklayıp efsaneleştirdikten sonra birden bunların hepsi oluverdi”. Bu durumda genç hayranlar, Bundy’nin canavarlığını bölerek uzaklaştırmış, geriye sadece cazip gördükleri yanı bırakmışlardır. Klein’ın teorisine göre, böylesi bir savunma mekanizması onları rahatsız edici gerçeklerden korumuştur. Zalimliğin uyandırdığı korku ve nefreti bir kenara itip, güven ve hayranlık uyandıran “iyi nesne”ye (idealize edilmiş katile) sığınmalarını sağlamıştır.

Bu kapsamda yaklaşım için faydalı olabilecek farklı bir teorik çerçeve 1932’de Sandor Ferenczi tarafından öne sürülen ve Anna Freud tarafından kapsamlı bir şekilde ele alınan “saldırganla özdeşim” kavramıdır. Bu çerçeveye göre kurban konumundaki birey, çaresizliğinin yarattığı dehşeti azaltmak için saldırganın rolünü benimser, onun güç özelliklerini taklit eder ya da ona yakınlık hisseder. Örneğin, istismar gören bir çocuğun zalim ebeveynini yine de yüceltmesi veya Stockholm sendromu yaşayan rehinenin kendisini alıkoyan kişiye bağlanması bu mekanizmaya örnek olarak gösterilebilir. Günlük hayatta veya kurgusal dünyada da benzer bir psikoloji çalışıyor olabilir: Güçlü ve zalim figüre sempati duyarak aslında kişi, bilinçdışı düzeyde güçlü olan tarafta yer alıp korkularını yatıştırmayı amaçlıyor olabilir. Güce yakın durmak, onu sevip benimsemek, gücün hedefi olmaktansa ortağı olmak gibidir. Bu da tehdit karşısında geliştirdiğimiz bir çeşit ruhsal başa çıkma yöntemi olarak düşünülebilir.

Jung: Gölge Arketipi: İçimizdeki Karanlıkla Yüzleşme

Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, her insanın bilinçdışında bir Gölge arketipi taşıdığını belirtmektedir. Gölge, benliğimizin kabul etmediğimiz, saldırganlık, şehvet, nefret, güç arzusu gibi karanlık yanlarını barındırmaktadır. Biz bunları bastırsak da, gölgemiz zaman zaman rüyalarımızda, sanat eserlerinde veya dış dünyaya yansıttığımız kişilerde karşımıza çıkmaktadır. Aslında güçlü ve yıkıcı figürler, bizim içimizdeki gölgeyle yüzleşmemizin bir yolu olabilir. Jungçu bakış açısına göre, insanlar kendi içlerindeki karanlığı doğrudan görmektense, bunu dışarıda somut bir karakterde görmeye daha eğilimlidirler.

Kurgulardaki klasik “kötü adam”, çoğu zaman Jung’un Gölge arketipinin yansımasıdır. Örneğin son derece kültürlü, zeki, estetik zevkleri olan ama aynı zamanda yırtıcı bir seri katil olan Hannibal Lecter karakterini ele alalım.. Hannibal, pek çok izleyici için tekinsiz ama çekici bir figürdür. Jungcu açıdan değerlendirirsek, Hannibal bizim bastırdığımız saldırganlık, kontrolsüz arzu ve suç dürtülerinin vücut bulmuş hali gibidir. İzleyici, kendi gölge yanını Hannibal’ın üzerinde izleyebilir. Bir anlamda kendi karanlığına ayna tutar. Bu yüzden Hannibal gibi karakterler korkutucu oldukları kadar merak uyandırıcı ve cazibelidir.

Nitekim bir kriminolog, Dr. J.C. Oleson, Hannibal Lecter’in popüler kültürde bu denli büyüleyici bulunmasını şöyle açıklar: “Hannibal belki de bu yüzden bu kadar çekici bir karakter; insanüstü (ya da insan altı) bir şey, bir vampir, bir şeytan, ya da ikisinin cehennem suretini andıran bir kombinasyonu… Milton’ın Şeytan’ından Goethe’nin Mephistopheles’ine ve Stoker’ın Kont Drakula’sına uzanan edebi geleneğin içinden doğan Hannibal, halkın ilkel canavar merakıyla oynadığı için bu kadar başarılı”. Bu sözler, Hannibal’ı bir arkaik arketip düzlemine yerleştirmekte yeterli görünmektedir.  O, toplumsal bilinçdışımızdaki şeytan figürünün modern bir surety gibidir. İnsanlar, binlerce yıldır şeytan, ejderha, vampir gibi karanlık varlıklara hem korkuyla hem de büyülenmişçesine bakagelmiştirr. Bunun nedeni, bu figürlerin içimizdeki gölgenin olası bir yansıması olabilmesidir.

Hannibal örneğine dair araştırmalar ayrıca gösteriyor ki, onu çekici bulmamızın bir nedeni de son derece insani özellikler taşımasıdır. Canavarların çoğu bütünüyle bizden farklı ve bize yabancıyken, Hannibal tuhaf bir biçimde tanıdık gelir: Zeki, kibar, esprili ve incelikli bir zevki vardır. Araştırmacılar, Dr. Lecter’ın kalıcı popülaritesinin büyük ölçüde onun bir “ölümlü insan” gibi resmedilmesinden kaynaklandığını belirtmektedir. Hannibal acı çekiyor, kanı akıyor; birçok açıdan bizim gibi diye vurguluyorlar. Bu da onu tek boyutlu canavarlardan çok daha empati kurulabilir kılıyor. Hatta bu insani yön, seyircide aynı anda hem empatiyi hem de korkuyu artırıyor: Hannibal bir canavardan ziyade “içimizden biri” gibi olduğundan daha fazla ürperti veriyor, ama aynı nedenle de daha fazla sempati topluyor. Bu ikilem, izleyicinin kendi gölgesiyle yüzleşmesinin getirdiği bir gerilim aslında. Hem “ben de böyle olabilirim” dehşeti, hem de “o da benim gibi acı çekiyor” yakınlığı. Kısacası Jung’un gölge kavramı, güçlü ve karanlık figürlere duyduğumuz sempatiyi, onların bize bizi hatırlatmasıyla açıklamaktadır. Kendi içimizde görmek istemediğimiz ne varsa, dışsal figürlerde cisimleşmiş halde bizi mıknatıs gibi çekmektedir.

Lacan: Yasağın Cazibesi ve Arzunun Diyalektiği

Fransız psikanalist Jacques Lacan, insan arzusunu anlamak için bir dizi kavram ortaya atmıştır. Bu kavramlardan birisi de “Öteki’nin arzusu” kavramıdır. Kısaca, neyi arzuladığımızı belirlemede toplumun kuralları, yasakları ve başkalarının arzuları da etkilidir. Lacan’ın belki de en çarpıcı iddialarından biri, insanın gerçek hazza (Lacan’ın jouissance dediği, haz ötesi bir doyum) ulaşmak için ihlal etmek zorunda olduğudur: “Yasaktan hazza erişmek için ihlâl şarttır” der Lacan. Yani bir şey yasaklanıyorsa, onu çiğnemek haz duygusunu katbekat artırır. Bu bakış açısıyla, kural tanımayan, yasa dışı, ahlak dışı eylemlerde bulunan güçlü figürler birdenbire oldukça cazip hale gelir; çünkü onlar, bizim günlük hayatta boyun eğdiğimiz yasakları alenen çiğneyebilme özgürlüğünü temsil etmektedirler.

Lacan ayrıca, otoritenin (yasanın) varlığının bile arzuyu sürekli kışkırttığını söyler. Bir şeyi yasağa dönüştürmek, ona karşı duyulan merakı ve isteği beslemektedir. Bu nedenle, toplumun “kötü” ilan ettiği figürler, sırf bu yüzden bile çekici hale gelebilir. Örneğin, medyada şeytanlaştırılan bir suçlu, biz farkında olmadan bilinçdışımızda romantize edilebilir. Yasak olana duyulan arzu, Lacan’ın kuramında merkezi bir yer tutmaktadır.

Bu kavramlar, güçlü ve zalim figürlere sempati olgusuna uyarlandığında: Bir diktatör veya katil, toplumun sınırlarının ötesine geçmiş kişidir; yasa dışı olanı yapar, tabu olanı gerçekleştirir. İzleyici ya da toplum bireyi için, bu figür bir yandan korkunçtur çünkü “yapılmaması gereken”i yapmıştır. Öte yandan büyüleyicidir, çünkü kendi yapmak isteyip yapamadığımız (veya yapmaya cesaret edemediğimiz) şeylerin vücut bulmuş halidir. Karanlık bir figürün işlediği suçlarda, toplum için dehşet verici olan tam olarak budur: Bu kişi özgürdür, bizim sınırlarımızı yok sayar ve hazza giden kestirme yolu kullanır. Lacan’ın “jouissance” kavramıyla ifade edersek, zalim güç figürleri, normal insanların asla tadamayacağı türden aşırı ve sınırsız bir hazza ulaşır ve biz de onları izlerken, sanki bu yasağı biz çiğnemiş gibi, onların hazzından küçük bir pay alırız. Özellikle medyada bu figürlerin işledikleri suçların erotikleştirilmesi ya da estetik açıdan çekici sunulması (örneğin yakışıklı aktörlerin canlandırdığı karizmatik katiller, stilize şiddet sahneleri) bu etkiyi daha da güçlendirir. Yasağın çiğnenişini izlemek, günahın çekiciliğini yaşamak gibidir.

Gerçek hayattan bir örnek olarak, Ted Bundy’nin yakışıklı ve çekici olarak sunulması ve hatta bir filmde Bundy’nin Zac Efron gibi bir Hollywood yıldızı tarafından canlandırılması, Lacancı bir açıdan bakıldığında, yasağın cazibesini pırıltılı bir paketle sunmaktır. İzleyici suçun iğrençliğini bir kenara bırakıp, cazibeye kapılmaya itilmektedir. Bu noktada bir bilişsel yanlılık olan halo etkisi de devreye girer: Çekici veya zeki gördüğümüz birine otomatik olarak başka iyi özellikler atfetmeye meyilliyizdir. Bundy örneğinde, “yakışıklı ve kibar” imajı onun “masum veya o kadar da kötü olamayacağı” yanılgısını doğurmuştur. Kısacası, Lacan bize der ki, yasa ve arzu sürekli dans halindedir; yasak olanın etrafında döneriz. Bu dans içinde, yasakları çiğneyen güçlü figürler arzu nesnelerine dönüşebilir  hem de korkuyla karışık bir arzu.

Popüler Kültürde Yıkıcı Gücün Cazibesi

Psikolojideki bu derin dinamikler, popüler kültür ve medya aracılığıyla her gün karşımıza çıkıyor. Kimi zaman farkında olmadan, kurmaca dünyalardaki karanlık karakterlere hayranlık duyuyor veya gerçek dünyadaki canileri birer popüler figüre dönüştürüyoruz. Bu bölümde, verilen örnekler ışığında kültürel karşılıkları ele alacağım.

Gücün Yıkıcı Bir Sembolü Olarak Ejderhalar

Ortaçağ efsanelerinden modern fantastik dizilere kadar ejderhalar, mutlak gücün ve yıkımın sembolü oldular. Özellikle Game of Thrones ve House of the Dragon gibi popüler dizilerde ejderhalar, şehirleri ateşe veren, orduları dize getiren korkunç yaratıklar olarak figürleştirilmiştir. Ama ilginç bir şekilde, izleyiciler bu karakterlere sadece korku duymuyor, aynı zamanda hayranlık da besliyor. Daenerys Targaryen’in ejderhaları gökyüzünde süzülürken veya ateş yağdırırken birçok izleyici sahnenin korkunçluğundan çok, epik ihtişamına kapılmıştır.

Ejderhaların cazibesini anlamak için sembolik yanlarına bakmamız gerekir. Onlar bizim korkularımızın ve bu korkuları fethetme arzumuzun odak noktasıdır. Ejderha, karşı konulmaz bir doğal güçtür tıpkı sel, fırtına veya yangın gibi. Ve insanoğlu böyle güçlere hem hayranlık duyar hem de onları kontrol etme düşü kurar. Ejderha metaforu, insanın doğayla (ve kendi doğasıyla) ilişkisini de temsil etmektedir. Korkular, arzular ve güvensizliklerimiz bu mitik yaratıkta cisimleşir. Belki de bu yüzden, bir ejderha ekranı kasıp kavurduğunda içimizde ilkel bir heyecan uyanır; sanki içimizdeki ilkel savaşçı, korkusuyla yüzleşip onu ehlileştirme fantezisi kurar.

Ejderhalar aynı zamanda çifte değer taşır: “İyi” karakterlerin kontrolünde iseler adeta özgürlüğün ve haklı gücün kanatlı sembolü olurlar; “kötü” karakterlerin elindeyken dehşetin aracı haline gelirler. Bu belirsizlik, onların çekiciliğini artırır. Bir ejderha ne tam olarak iyidir ne de kötü. Bu tanımlama için gücü kimin kullandığına bakmamız gerekir. İzleyici olarak biz, ejderhanın gücünü hayranlıkla izlerken, onun yıkıcılığını da ahlaki bir mesafeyle seyrederiz. Bu sayede güvenli koltuğumuzdan, kontrol edilemez bir gücün serbest kalışına tanık oluruz; hem korkar hem keyif alırız. Ejderhalara sempati duymak belki doğru bir ifade olmayabilir, ama pek çoğumuzun onları büyüleyici bulduğu öne sürülebilir. Tüm o alev ve dehşet, içimizdeki güç tutkusuna dokunur. Belki de hepimiz biraz “ejderha terbiyecisi” olmak istiyoruz; gücün yıkıcı yanını kontrol edip iyiliğe yönlendirebileceğimize inanmak istiyoruz. Bu da ejderhaları hem anlatıda hem de zihinlerimizde vazgeçilmez kılıyor.

Hannibal Lecter: Karizmatik Kötünün Çekimi

Edebiyattan sinemaya, kurgusal psikopatların en unutulmazlarından biri Dr. Hannibal Lecter’dır. Kuzuların Sessizliği romanı ve filminden başlayarak, ardından gelen dizi uyarlamalarına kadar Hannibal, canavarlık ile karizma arasındaki ince çizgide yürüyen bir karakterdir. O  hem yamyam ve seri katilken bundan daha zalim bir tasvir bulmak zordur. Ancak aynı zamanda entelektüel, sofistike, sanatsever ve nazik konuşmalarıyla izleyiciyi kendine çekmeyi başarmaktadır.

Hannibal’ın toplumca bu denli ilgi çekmesinin arkasında ne var? Yukarıda Jungcu analizde değindiğimiz gibi, Hannibal bizim en karanlık gölgemize ayna tutar. İyi eğitimli bir psikiyatr oluşu, onun şiddetini daha da sarsıcı kılar çünkü “normal” ve hatta elit bir dünyanın içinden gelen bir canavardır. Tam da bu yönüyle, Hannibal modern zamanların Drakulası veya Mephistopheles’i gibidir yani şeytani olanın çekiciliğini taşır.

Toplumun Hannibal’a sempati beslemesinde, onun kural tanımaz adalet anlayışının da payı vardır. Hannibal genellikle “daha kötü” insanları cezalandıran, bir nevi sapkın bir adalet dağıtan figür olarak resmedilir. Örneğin, Hannibal dizisinde ve filmlerde, kurbanlarının çoğu zaman “suçlu” ya da ahlaken düşük profilli kişiler olarak tasvir edildiğini görürüz. Bu, seyircinin Hannibal’ın eylemlerini rasyonelleştirmesini kolaylaştırır: “Kötüleri cezalandıran daha kötü biri”. Zhiqi Wang, popüler medyada seri katillerin sıklıkla bir tür anti-kahraman olarak sunulduğunu, seyircinin de kendini onlarla özdeşleştirebildiğini belirtmektedir. Hatta araştırmalara göre izleyiciler, film/dizilerdeki seri katillerin “görevlerinde” bir nebze başarılı olmalarını ister halde bulur kendini. Bu ilginç bulgu, Hannibal gibi karakterlerin nasıl kök saldığını açıklamaktadır. Onlar canavarca şeyler yaparken bile, hikâye onlara öyle bir çerçeve sunar ki, bir bakıma kökte daha büyük bir kötülüğe karşı savaş veriyor gibidirler.

Öte yandan, Hannibal’ın karizma ve zeka dolu sunumu, psikolojik bir halo etkisi yaratır. Onun entelektüel sohbetlerini, Bach dinleyip gurme yemekler hazırlamasını izlerken, sanki işlediği korkunç suçları bir an unutabiliriz. Zihin, “bu kadar kültürlü ve nazik biri tamamen kötü olamaz” şeklinde bizi kandırabilir. Bu, yukarıda bahsettiğimiz idealizasyon ve bölme mekanizmasının bir başka görünümüdür: Hannibal’ın iyi yönleri zihnimizi o kadar meşgul eder ki, kötü yanları arka plana itilir. Üstelik Hannibal karakteri, pek çok izleyici için entelektüel bir meydan okuma da sunmaktadır. Onun zekâ oyunlarını takip etmek, katilin bakış açısından olayları görmek ve onunla zihinsel bir kedi-fare oyununa girmek izleyiciyi aktif bir katılımcı yapar. Böylece seyirci, katilin suç ortağı olmadan, onun zihnine misafir olur  bu da heyecan verici bir deneyimdir. Sonuçta Hannibal Lecter, hem şeytani hem çekici olabileceğini kanıtlayan kült bir karakter olarak, güçlü figürlere duyduğumuz sempati paradoksunun adeta yaşayan (ya da yaşatan) bir örneği haline gelmiştir.

Ted Bundy: Gerçek Suçun Tehlikeli Romantizmi

Kurgu dünyasının ötesinde, gerçek hayatta da karanlık figürlerin idealize edilmesi olgusuna belki en çarpıcı örnek Ted Bundy’dir. 1970’lerde onlarca genç kadını vahşice öldüren Bundy, o dönem ABD’de yakalanıp yargılanırken bir medya fenomeni haline geldi. Mahkeme salonunda onu izleyen hayran kadınlar, cezaevine gelen aşk mektupları, yakışıklılığı üzerine manşetler… Tüm bunlar, aslında akıl almaz bir gerçeğe işaret ediyordu: Bir seri katil, belirli bir imajla sunulduğunda, sapkın bir anti-kahramana dönüşebiliyordu.

Bundy’nin medyatik idealizasyonunun ardında birkaç etken sayılabilir. Birincisi, Bundy suçlarını inkar edip masum rolü oynarken son derece düzgün ve çekici bir imaj sergiledi. Duruşmalarda kendini savunan zeki bir hukuk öğrencisi, kibar tavırlar, yakışıklı yüz hatları… Bu cazibeli imaj, basitçe söylemek gerekirse, birçok kişinin kafasında seri katil kavramıyla örtüşmedi. İnsanlar kendi inanmak istediklerine inandılar: “Bu kadar düzgün görünen bir adam gerçekten bu suçları işlemiş olamaz.” Psikolojideki halo etkisi burada da devreye girdi; Bundy’nin olumlu bir özelliği (fiziksel çekicilik ve sosyal beceri) onun hakkında diğer olumlu varsayımlara yol açtı. İkincisi, medya Bundy’yi bir popüler kültür figürü gibi ele almaya başladı. Onun hayatı, kişiliği, yakalanma hikayesi bir gerilim romanı gibi sunuldu. Bu da halkın gözünde kurbanlardan çok katilin hikayesine odaklanılmasına neden oldu. Nitekim yıllar geçtikçe kamuoyu, Bundy’nin suçlarının vahşetini ikinci plana atıp “karizmatik seri katil” imajına ısınmaya başladı; tıpkı bir kurgu karakterine duyulan hayranlığa benzer bir ilgi geliştiği gözlendi.

Psikolojik açıdan bakıldığında, Bundy vakası bir tür toplumsal yanılsama örneğidir. Genç hayranları, Bundy’nin gerçekte kim olduğunu adeta inkar ederek, ona karşı bir kolektif fantezi yarattılar. Yukarıda değindiğimiz idealizasyon tam da burada kendini gösterir: Sheila Isenberg, Bundy’ye aşık olan kadınların aslında “Bundy’nin gerçek haline değil, kafalarında yarattıkları versiyonuna âşık olduklarını” belirtmektedir. Onlar Bundy’de kendi görmek istediklerini gördüler yakışıklı bir “kötü çocuk” arketipi, tehlikeli ama çekici bir figür. Bu, bir anlamda bilinçdışı bir yaratıcılık sergileyerek gerçek bir canavarı, zihinlerinde evcilleştirip romantik bir kahramana dönüştürdüler.

Elbette Bundy olgusunun sadece bireysel psikolojilerle değil, aynı zamanda medya etiği ve toplumun suç olgusuna bakışıyla da ilgisi var. Popüler kültür, gerçek suçluları birer ünlüye dönüştürme potansiyeline sahip. Netflix’teki belgeseller, filmler, kitaplar derken, toplum bu tür karakterlere o kadar çok maruz kalıyor ki, bir süre sonra suçluyu bir fenomen olarak görmeye başlıyor. Zamanla korku ve öfke duyguları yerini merak ve sempatiye bırakabiliyor. Hatta psikologlar, bir suçluyu medyada tekrar tekrar görmenin (mere exposure effect olarak bilinen sık maruz kalma etkisi) o kişiye karşı alışkanlık ve yakınlık hissi doğurabileceğini belirtmektedir. Bu etki öyle boyutlara varabilir ki, sonunda kamuoyu suçluyu bile bağrına basarken, kurbanlar unutulur hale gelir. Bundy’nin zaman içinde popüler kültürde neredeyse “anti-kahraman” mertebesine yükselmesi bunun uç bir örneğidir. Sonuçları ise rahatsız edicidir: Kurbanların acıları gölgede kalır, yeni nesiller bir seri katili bir nevi karizmatik bir efsane olarak tanır.

Tüm bunlar, gerçek dünyanın masum olmadığını ve medyanın karanlığı bile parlatıp satabileceğini gösteriyor. Bundy örneği, “güçlü ve zalim figürlere neden sempati duyarız?” sorusuna acı bir gerçeklikle yanıt veriyor: Çünkü hikayeler böyle istiyor. Hikayeyi nasıl anlattığınıza bağlı olarak, şeytan meleğe dönüşebilir. İnsan zihni, anlatının gücüyle oynanabildiğinde, kendi değerlerine aykırı birine bile kucak açabiliyor. Bu da bizi bir sonraki bölüme getiriyor: Medya ve anlatının karanlık figürler üzerindeki etkisine.

Medya, Anlatı ve Karanlık Cazibe

Gerek kurgusal eserlerde gerek haber ve belgesel gibi gerçek anlatılarda, hikâye anlatımı (narrative) sempati duyduğumuz kişiyi belirlemede kritik rol oynar. Medya, bir figürü şeytanlaştırabileceği gibi, sempatikleştirebilir de. Peki, bu nasıl oluyor?

Öncelikle, hikâyelerin çatışma dinamikleri izleyiciyi yönnlendirmektedir. Örneğin, popüler dizilerde veya filmlerde anti-kahramanları sevmemizin bir yolu, onların karşısına mutlaka daha büyük bir kötü koyulmasıdır. Ohio Eyalet Üniversitesi’nden iletişim bilimci Matthew Grizzard, Breaking Bad dizisindeki Walter White karakterini buna iyi bir örnek olarak ele almıştır. Walter yasa dışı işler yapar, ama her zaman ondan daha ahlaksız, daha zalim bir düşmanla karşı karşıya kalır. Böylece izleyici, kötünün iyisini seçerek Walter’a kök salmaya başlar. Ayrıca Walter’ın kanser hastası ve ailesi için para derdinde oluşu gibi insani yönleri de vurgulanır; bu da onun kötü davranışlarını mazur görmemizi kolaylaştırır. Yani anlatı, bizim ahlaki yargılarımızla oynar ve bir zalimi bile “anlaşılır” hale getirir.

Benzer şekilde, hikâye anlatıcıları karanlık karakterlere bir köken hikayesi vererek empati yaratır. “Kötü” karakterin geçmişte maruz kaldığı travmalar, haksızlıklar veya onu bu yola iten nedenler gösterilir. Bu, seyircinin “aslında içten içe iyi biri, sadece şartlar onu böyle yaptı” demesini sağlar. Örneğin, Joker karakterinin 2019 yılında çıkan film uyarlamasında, bir katilin doğuşu psikososyal bir perspektiften anlatıldı ve birçok izleyicinin Joker’a acıma duygusuyla yaklaşması sağlandı. Bu, anlatının gücüdür: Zalim bir figürü, sistemin kurbanı veya hastalığın mağduru olarak da sunabilirsiniz.

Medyanın bir diğer etkisi, yukarıda da değindiğimiz mere exposure effect ve benzeri olgulardır. Bir isim ne kadar çok duyulursa, insanlara o kadar tanıdık ve normal gelir. Suçluların sürekli manşet olması, belgesellerinin yapılması, adeta bir popüler kültür öğesine dönüşmeleri, zamanla toplumsal algıyı yumuşatabilir. Ayrıca medya genellikle dramatik ve estetik unsurları öne çıkararak, gerçeğin sert hatlarını belirginsizleştirir. Stilize sinematografi, çekici oyuncular, etkileyici müzikler eşliğinde sunulan karanlık temalar, izleyicide gerçek hayatta duyması beklenen tiksinti ve öfke tepkilerini azaltabilir. Bir bakıma, medya karanlığı güzelleştirme gücüne sahiptir.

Kahhale ve arkadaşlarının 2025 yılında yayımladığı “ Balancing emotional scales: Empathy and dehumanization in legal contexts” başlıklı bir araştırmasının sonuçlarına dayanarak, zaman içinde sansasyonel manşetler solup daha karmaşık, insani hikayelere dönüştüğünde, başlangıçtaki toplumsal öfkenin yerini empatiye bırakabilme ihtimalinin olduğu söylenebilir. Halk, önce dehşetle baktığı figürü zamanla “daha iyi anlar” hale gelebilir, özellikle de figürün pişmanlık, acı çekme gibi yönleri vurgulanırsa. Örneğin, mahkemede gözyaşı döken veya hapiste rehabilite olan suçlu hikâyeleri, kamu vicdanını yumuşatabiliyor. Böylece medya, öfke yerine anlayış üretmeye başlıyor. Bu olgunun tehlikesi, haksızlıkların ve kurbanların unutulması olarak karşımıza çıkabilir. Nitekim araştırmalar, zaman geçtikçe toplumun suçun ağırlığını göz ardı etmeye başlayıp faille duygudaşlık kurarken, kurbanları ihmal edebildiğini gösteriyor. Bu ahlaki açıdan çarpıcı bir tespittir.Yanlış kurgu veya çarpık mercek, vicdan terazimizi şaşırtabilir.

Tüm bu anlatı oyunları içinde, biz izleyiciler veya okuyucular aslında kendi karanlık dürtülerimizle de sınanıyoruz. Bir zalime sempati duymak, bizlere “iyi insan” tanımımızı tekrar tekrar sorgulatıyor. Neleri affedebiliriz, nereye kadar empati genişletebiliriz? Ve belki de en önemlisi, biz olsak ne yapardık? sorusunu sorduruyor. Kendi potansiyel gölgemizle yüzleşiyoruz: “Koşullar farklı olsa ben de böyle olabilir miydim?” sorusu hem korkutuyor hem de anlayış tohumları ekiyor. Medya ve hikâye anlatımı, bu duygusal ve düşünsel deneyleri yaşamamıza aracılık ediyor.

Sonuç: Karanlığın Aynasında İnsan

“Zalim bile olsa güçlü figürlere sempati duymak” olgusu, insan psikolojisinin derin ve çoğu zaman rahatsız edici gerçeklerine ışık tutma gücüne sahip görünmektedir. Bu eğilim, bir yandan empati kapasitemizin sınırsızlığına “En acımasız canide bile insani bir yön bulup onunla duygudaşlık kurabilecek esneklikteki kalbimize” işaret etmekte ancak öte yandan, ahlaki pusulamızın şaşırabileceğini ve karanlık bir çekime kapılmaya meyilli olma ihtimalimize de işaret etmektedir.

Psikanalitik kuramların da ortaya koyduğu üzere, iç dünyamız çelişkilerle doludur. Hem iyiliğe hem kötülüğe yatkın taraflarımız, hem korku hem hayranlık duyabilen arzularımız bulunmaktadır. Güç ve yıkım karşısında büyülenmemiz, belki de kendi güç arzumuza ve yıkıcı dürtülerimize duyduğumuz hayranlığın bir yansımasıdır. Bir ejderhanın alevleri, bir katilin soğuk gülümseyişi, bir diktatörün kürsüden haykırışı… Bütün bu görüntülerde, insanoğlu kendi gölgesinin silüetini görüyor olabilir.

Unutmamak gerekir ki, karanlıkla flört tehlikeli olabilir. Kötülüğü çekici bulmak ile kötülüğe teslim olmak arasındaki çizgi incedir. Bu yazıyı okurken belki siz de kendi içinizdeki çatışmayı fark etmişsinizdir. Bir yanı ile “Ben asla böyle birine hayran olmam” diyen, diğer yanı ile en az bir kez bir filmde kötü karaktere içten içe alkış tutmuş olan o ikiliği… İnsanın doğasında, yıkıcı olana öykünme de var, onu dizginleme çabası da.

Geldiğimiz noktada, güçlü figürlere hak etmeseler bile sempati duymamızın ardındaki nedenleri anlamak, bize hem kendimiz hem toplum hakkında önemli içgörüler sunma potansiyeline sahip görünmektedir. Karanlığa bakarken, aslında kendi içimize bakmaktayızdır. Ve belki de en çarpıcı gerçek şudur: İyilik ile kötülük arasındaki çizgi, kahraman ile canavar arasındaki sınır, dışımızda değil içimizden geçmektedir. Bu gerçeği kabul etmek zor, hatta ürkütücü olabilir. Ancak aynaya bakmaktan kaçınmazsak, hem ejderhaları hem de içimizdeki gölgeleri ehlileştirme şansımız olabilir. Ve de bir sonraki sefere kendimizi bir zalime sempati duyarken bulduğumuzda, şu soruyu sormakta fayda var: Ona hayran olan kim? O mu, yoksa içimdeki güç arzusu mu? Bu sorunun cevabı, hem karanlığa karşı en büyük gücümüz hem de en büyük sınavımız olarak farkındalık alanımızda yer alabilir.

Post Tags:

  • depresyon
  • kaygı
  • Sessizlik
  • susma

Share:

Uzman Klinik Psikolog Sercan YILMAZ, bireysel terapi alanında danışanlarına güvenli, etik ve derinlemesine bir psikoterapi süreci sunmaktadır.

Benimle İletişim Kur